Bu yılın ilk altı ayında 23.846 vatandaş Almanya’ya iltica için başvurdu. Geçen yıla göre yüzde 202 artış var. Bu rakam çalışma başvurusu değil, gidenler genellikle üstün nitelikli yetişmiş meslek erbabı.
Yukarıdaki haberi okuyunca emin olun yüreğim yandı, kahroldum.
Bu ülkenin nasıl zor şartlarda, olanaksızlıklara kurulduğunu düşündüm. Zaten kısıtlı olan okumuş gençlerimizin çoğunu Çanakkale'de şehit vermemiz, kendi uçağımızı, otomobilimizi, motorumuzu üretmemize çıkarılan engeller, emperyalist ülkelerle işbirliği yapan ve üretim toplumu olmak yerine tüketimi ve düşük eğitimi bize layık görenleri bir kez daha kahırla andım.
Ne kadar çok vakit kaybettik biz öyle...?
Biz, II. dünya savaşının yokluklarını, tedirginliklerini, yoksulluklarını gören, acı çekmiş talihsiz bir neslin çocuklarıyız.
Her şeyin kıtlığının yaşandığı yıllarmış o yıllar.
Çayın kuru üzümle ancak tatlandırılabildiği yıllardan söz ediyorum. Başka bir deyimle karneli yıllar. İhtiyaç maddelerinin azar azar dağıtıldığı, yarı aç yarı tok yaşamış neslin çocuklarıyız biz.
O süreçte çekilen sıkıntılar hayal bile edilemez, anlatmakla da bitmez! Bu nesil hiçbir eşyasını atmazdı. Bir çift ayakkabı ve bir kat elbise ile bir ömür geçirdiler. Bir kaç mutfak eşyası, bir çoğunuzun ne manaya geldiğini bile bilemediğiniz bir iki kirevit, bir de döşeğin varsa senden iyisi yoktu! Öyle yaşandı o yıllar, o devir.
Bize yaşam terbiyesini, o yokluktan gelenler verdi. Köşkerlerimiz vardı ayakkabıları sayısız kere tamir eden, terzilerimiz, tenekecilerimiz, kalaycılarımız, marangozlarımız ve de nalbantlarımız vardı.
Devrin kargo taşıyıcıları at arabaları, onlar naklederdi eşyalarımızı, kümeslerimizden alırdık yumurtalarımızı, yoğurdumuzu, ekmeğimizi, peynirimizi kendimiz yapardık. Evlerin merdivenlerinde, balkonlarında, damlarında vita (yağ markası) tenekeleri olurdu.
Maydanoz, nane, domates, biber, patlıcan ekerdi analarımız.
Rahatsız olmazdık birlikte yaşadığımız hayvanların ne kokusundan ne de seslerinden.
Oyun yerlerimiz sokaklar, mahallenin boş arazileri ve komşu bahçeleriydi. Oyuncaklarımız da çam ağacının gövdesinden sıyrılmış fellinler(kabuklar), telden, tahtadan veya eski tuğlalardan yapılmış otomobiller, eski bezlerden dikilmiş toplardı…
Eskimesine izin verilmeyen kıyafetler, atletler, pijamalar yıllarca kullanıldıktan sonra bile atılmaz, kesilerek top gibi ip yapılır ve neredeyse her mahallede olan ilkel bir dokuma makinesiyle kilim yaptırılırdı.
Biz eşyayı çok tasarruflu kullandığımız, iyi baktığımız gibi, dostlarımızı, akrabalarımızı ve komşularımızı da özenle korurduk. Kırmazdık öyle kolay kolay.
Kavgalar olmaz mıydı? Elbette olurdu! Ancak mahalleli araya girer muhabbeti sağlardı.Yoksulluk diz boyu olmasına rağmen dayanışma ile yaşar giderdik. Annem komşuya seslenirken hûû diye seslenir, komşu büyüklerimize hitabımız, “Müzeyyen hanım teyze, Mustafa bey amcaydı”. Hele öğretmenlerimizi okul dışında görünce mutlaka hurmetle ellerinden öpmeden geçmezdik. Saygı, büyüklerimizle aramızda aşılması mümkün olmayan manevi bir duvardı!
Canım memleketim Adana'da buğdaylar mayısta biçilirdi. Mahallelerde buğday kaynatma, bulgur yapma dönemi başlardı. Sonbahar, kadınlarımız için başka bir heyecandı. Salçalık biberler toplanır, tüm komşuların ortak çalışmasıyla yıkanır, çekilir ve damlarda naylonlara, tepsilere serilip salça yapılırdı.
Ya ekmek yapan kadınlarımız? Yufka ekmek, bazlama, sıkma, börek hep birlikte yardımlaşarak yapılırdı. Turşu kurma, asma yaprağından salamura, domates salça, biber kurutma, erişte, kuyruk yağlarının kaynatılıp sütle karıştırılarak en sağlıklı margarinler yapılıp tenekelere basılırdı.
Kadınlarımız, dayanışma içinde bu işi elbirliği ile yaparlar, sonra Allah ne verdiyse paylaşılırdı. Belki de asil bir millet oluşumuzun kökleri bu dayanışma ve paylaşmacı ruhta gizliydi.
Hortumla yıkanan halı, kilim ve yorganlar kimi zaman damlarda, kimi zaman komşu bahçelerine serilirdi.
Televizyonla ilk tanıştığımız 70'li yıllarda mahalledeki tek televizyonlu ev akşamları mahallenin çocuklarıyla dolardı. Ya telefon? Öyle herkeste yoktu. Olanlar da bu tek haberleşme aletini herkesle paylaşırlardı.
Bizim ev de mahalledeki tek telefonlu evdi. Az çağırmadım gurbetteki öğrencilerin, askerlerin anacıklarını telefona.
Bu nesil; yokluklara, yoksulluğa rağmen pes etmez, eğlenmesini de bilirdi. Yazlık çay bahçeleri, yazlık sinemalar, kanal boyları, ev önleri ve damlar akşamları neşeyle dolardı. Espriler, fıkralar, taklitler, kısa oyunlar hayatımızı renklendirirdi.
Y-Z kuşakları, bu neslin, dingin, tevekküllü, ağzı şükürlü, dualı, çalışkan bireylerinin hedef ve hırslarından doğdu.
Çoğu ilkokulu zor okumuşken, onlar hırsla, inatla okuttular çocuklarını. Bu ülkenin doktora, mühendise, hukukçuya, sanayiciye, ziraat mühendisine ihtiyaç duyduğunu ilk onlar tespit etmişti canları yana yana...
Geleceğin eğitimle inşa edilebileceğini onlar yaşayarak keşfetti. Bunda yaşanan savaşlar ve yokluklar etkiliydi. Öğretmenlerle el birliği yaptılar. Yemediler, içmediler, sabırla yeni nesilleri dokudular ilmek ilmek. Öyle okul servisleri, janti okul kıyafetleri, lüks sınıflar da yoktu! Kantinlerde satılanlar ise; bir kaç çeşit gazozla, ayran ve simitten ibaretti.
Gençler!
Bu ülkenin ve ana, babalarınızın kıymetini bilin. Terk etmeyin bu ülkeyi...
Terk etmeyin ailelerinizi. Bu aile reisleri sizin için çok bedeller ödediler. Üç kuruşluk gelecek için, kariyer planlaması uğruna kolaylıkla gitmeyin. Mücadele edin. Önünüzde bu örnekler varken yurt dışı planlarınızı bir daha düşünün derim.
Bu ülke değerli, bu ülkenin geçmişi değerli, bu ülkenin insanı değerli.
Emek var burada, fedakârlık var. En değerli varlığını, canlarını gelecek nesillere armağan eden Çanakkale şehitlerinin ülkesi burası. Onlarca cephede savaşıp gelecek nesillere güvenli bir ülke kuran şehitlerin, gazilerin, kahramanların ülkesi burası!
Büyük ataların gibi mücadele et olumsuzluklarla.
Yanlışlıklara usulünce diren.
Değişime, gelişime senin de katkın olsun.
Canim evlatlarım, kardeşlerim...!
Ülkenize, ata mirasına sahip çıkın, terk etmeyin olur mu?
Yorum Yazın