8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar günü, kadınların erkeklerle eşit haklara sahip olduğunun vurgulandığı bir farkındalık ve anma günüdür.
1857’de New York’ta 40 000 kadın tekstil işçisinin uzun çalışma saatleri ve düşük ücrete karşı başlattıkları greve güvenlik güçlerinin fabrika kapılarını kilitlemesi ve çıkan yangında kaçamayan 129 kadın işçinin hayatını kaybetmesi, kadın hareketinin başlangıcı olarak kabul edilmektedir. 1910’da Kopenhag’da toplanan Uluslararası Sosyalist Kadınlar Konferansı’nda Clara Zetkin ve Rosa Luxemburg’un önerisi ile grevde hayatını kaybeden tekstil işçisi kadınların anısına emekçi kadınlar için bir farkındalık günü kabul edilmiş ve 8 Mart önceleri sosyalist ülkelerde, zaman içinde bütün dünyada kutlanmaya başlanmıştır. Birleşmiş Milletler Genel Kurulu 1977’de 8 Mart’ın kadınlar günü olarak anılmasını kabul etmiştir.
Dünya’da kadın hareketlerinin tarihi, acıyla, kanla, mücadeleyle; ötekileştirmelere, şeytanlaştırmalara, ikinci sınıf varlıklar olarak nitelenmelere direnerek yazılmıştır. Ataerkil sistem, kendi konforlu alanını terk etmemiş, kadın hareketleri adım adım, adeta dişiyle tırnağıyla cinsiyet eşitliğine dayalı bir dünya kurmaya çalışmıştır… Bu mücadele sürmektedir!
Bütün dünyada olduğu gibi ülkemizde de kadın hareketinin bugünkü noktaya ulaşabilmesi çok zor olmuştur. Tanzimat’tan sonra kamusal alana çıkabilmeye başlayan kadınların zor koşullarda ve sınırlı da olsa eğitim alabilmeleri, 20. Yüzyıla girerken ilk feminist yayınların ortaya çıkması, kadın hareketlerinin erkekler tarafından çıkarılan süreli yayınlarda tartışılmaya başlanması, bazı cesur kadınların yazarak kadınlık durumunu ifade etmeye başlaması önemlidir. Ancak kadın hakları konusunda, eğitime dair en kapsamlı yasal düzenlemelerin yapılması, kadınların kamusal alana özgürce çıkabilmeleri Cumhuriyet devrimleri ile gerçekleşmiştir. Yukarıdan aşağıya gerçekleştirilen kadınlara yönelik bu olumlu düzenlemeler, ataerkil sistemin yazılı olmayan kurallarına çarpmış; kimi zaman bu haklar kâğıt üzerinde kalmıştır. Yakın coğrafyamızdaki ülkelerin kadınlarından daha erken dönemde seçme ve seçilme hakkına sahip olmak, görünürde avantajlar sağlamış olsa da Türkiye’de kadınlar hâlâ siyasal temsiliyet konusunda temsil eden konumunda yeterince yer almamaktadır.
Türkiye’nin son yirmi yıllık süreçte adım adım muhafazakarlaştırılması, eğitimde, sosyal haklarda, kamusal alanda özellikle kadınları daha geri plana itmektedir. Başlangıçta 2011’de İstanbul Sözleşmesi ile (Kadınlara Yönelik Şiddet ve Aile İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye İlişkin Avrupa Konseyi Sözleşmesi) kadınların aile içinde maruz kaldıkları şiddetle mücadele ve mağdurların korunması, suçluların cezalandırılması güvence altına alınmışken 2021’de sözleşmedeki imza geri çekilmiştir. İstanbul Sözleşmesi’nden imzanın çekilmesi, kadın mağdurların yalnızlaştırılması, bu konudaki kazanımların kaybedilmesi anlamına gelmektedir. Son yıllarda artan aile içi şiddet ve kadın cinayetleri kadın hakları ve bunların gerçekleşmesi konusunda hızla geriye gittiğimizin göstergelerindendir. Bizim gibi toplumlarda yeni muhafazakâr görüşler doğrultusunda kadınlar evlere kapatılmaya, kamusal alandan dışlanmaya, görünmez kılınmaya çalışılmaktadır. Bu da duyarlı yaratıklar olarak kodlanan kadınları korumak adına yapılmaktadır görünüşte. Bunun bir aldatmaca, kadınların kazanılmış haklarını gasp etmeye dönük yaklaşımlar olduğu unutulmamalıdır!Toplum olarak kadınların mevcut eşitsizliklerini ortadan kaldırmak, gelecekte ortaçağ karanlığına sürüklenmemek için artık çok daha fazla çaba sarf etmek, bilinçli bir mücadeleyi ısrarla sürdürmek gerekmektedir. Umudunu yitirmeden kadınlık onuru için zihniyle, bedeniyle çalışan bütün emekçi kadınların günü kutlu olsun.
Yorum Yazın